Dil Seçiniz
Telefon
WhatsApp
İnstagram

PSİKİYATRİ

PSİKİYATRİ

Psikiyatri bir tıp dalı olup başlıca ilgi alanı beyin hastalıklarıdır. Bu alanda günlük dilde akıl hastalığı, ruh hastalığı, sinirlilik halleri, vb. denilen durumlar yer alır. Psikiyatrik hastalıklar düşünce, davranış, duygu değişiklikleri ile kendini gösterir. Psikiyatri bu hastalıkların tanı ve tedavileriyle uğraşır.

Ruh kavramı ile beynin duygu, düşünce ve davranışlarla ilgili işlevlerini anlaşılmalıdır. Ruh-zihin gibi kavramların bedenin işlevlerinden bağımsız olduğu düşüncesi yaygınsa da, bütün işlevler gibi insan varlığını biçimlendiren ruhsal işlevler de hem bedensel hem dış koşullardan etkilenir. Psikiyatrik hastalıkların ortaya çıkışında bedende ve dış ortamda oluşan değişikliklerin etki derecesi hastalıktan hastalığa değişebilir.


Psikiyatrik hastalıkların tedavisinde, hastalıkların özelliklerine göre farklı yöntemler uygulanır. Doğrudan bedene uygulananlar (ilaç, elektrokonvulzif tedavi vb) olduğu gibi, insanın duygusal, düşünsel özelliklerini veya ilişkilerindeki değişkenleri hedef alan yöntemler (psikoterapi) de uygulanabilir.

Psikiyatrik bilgi ve uygulamalar bilimsel veriye dayalı olmak zorundadır. Son dönemde beyne ilişkin bilgi birikimindeki artış tedavi yöntemlerinde de eskisine göre daha hızlı değişiklikler ortaya çıkarmıştır. Ancak yeni bir tedavi yönteminin ya da ilacın deneysel çalışmalardan uygulama alanına girmesi için bilimsel ve etik olarak tanımlanmış süreçlerden geçmesi, etkili olduğunun kanıtlanması ve meslek topluluğunca kabul edilmesi zorunludur.

 

 

Tükenmişlik (Burn-out) Sendromu

Tükenmişlik, sadece çalışan insanların yaşadığı bir sorun olarak algılanmamalıdır. Ancak hayatın her alanında ve iş sektöründe olduğu gibi ev ilişkilerinde ve okul yaşamlarında da zorlaşan sosyo-ekonomik şartlar, profesyonellikten uzaklaşıyor olmak tükenmişliği güncel bir sorun olarak karşımıza çıkarmaktadır ve toplum üzerinde ki etkileri gün geçtikçe artmaktadır.

Sağlık çalışanları, avukatlar, öğretmenler, polis ve askerler, akademisyenler, bankacılar, sosyal hizmet çalışanları, çeşitli sektörlerin müşteri hizmetleri, call-center çalışanları ve yönetici pozisyonlarında çalışanlarda tükenmişliğe daha sık rastlanmaktadır.

Fiziksel-duygusal anlamda aşırı derecede yorulmuş ve yıpranmış olmak, işlerini ve sorumluluklarını ertelemeye veya başkalarına aktarmaya çalışmak, bunun yanında konsantrasyon problemleri, ve beraberinde getirdiği  davranış bozuklukları sık rastlanan bulgular olarak karşımıza çıkmaktadır. Zamanla bu problemler doğal olarak ev ortamlarına da yansımakta, huzursuzluk ve öfke patlamaları, tartışmalar yaşanmakta, insanlar bundan dolayı kendi içlerine kapanmakta, çözümü alkol, sigara, uyuşturucu veya ödül merkezini uyaran ve bağımlılık yapan davranış modelleri (iddia oynamak, kumar oynamak, riskli para kazanma yöntemlerini denemektedirler veya sadakatsizlikler yaşamaktadırlar.

Bu belirtilerin hepsi zamanla kişlerin kendilerini değersiz bulmalarına neden olacak ve depresif bir duygu durum haline geleceklerdir. Tükenmişlik sadece psikolojik bulgularla ilerleyen bir durum olmakla kalmayacaktır. Zamanla mide barsak rahatsızlıkları, fibromyajli gibi kas iskelet sistemi hastalıkları, cinsel problemleri de beraberinde getirecektir.

Neden aynı şartlarda çalışan her insanda benzer bulgular ortaya çıkmamaktadır sorusunun cevabı kişisel, çevresel ve kurumsal faktörlerden kaynaklanmaktadır.

Aşırı mükemmeliyetçi, mücadeleci, aşırı idealist, , aşırı dakik, sorumluluğu abartılı düzeylerde olan kişiliklerde  olduğu gibi empati kuramayan, aceleci, kendi çıkarlarını her şeyin üzerinde gören, hızlı konuşup, hızlı hareket etmeyi seven kişilerde tükenmişliğe daha sık rastlanmaktadır.

Bunun yanında  cinsiyet, yaş, medeni hal, iş tecrübesi de etkenler arasında sayılabilir.

 

Kurumsal açıdan baktığımızda ise iş yükü, mobbing, haksız rekabet, çalışmanın ödüllendirilmemesi, firmaların çalışanlarına aidiyet duygularını verememeleri kurum içi adaletsizlikler, çalışanlarda kurumsal değer yargılarının benimsenememesi tükenmişliği tetikleyen faktörler arasındadır.

 

Tükenmişlik kendisini yorgunluk, bitkinlik, tipik olmayan açıklanamayan vücut ağrıları (gerilim tipi baş ağrısı, kas ağrılar gibi) vücutta uyuşmalar karıncalanmalarla başlangıçta kendini gösterebilir ve daha sonra bu belirtilere bağışıklık sisteminin ve vücut direncinin düşmesi ile mide barsak sistemi belirtileri diğer organ belirtileri eklenebilir.

 

Peki ne yapmalıyız sorusunun cevabı önce mağdur olan kişi olarak yapacaklarımızla işe başlamalıyız,

Stresin dozunu azaltmaya çalışmalıyız, Beslenme alışkanlıklarımızı geliştirmeliyiz. Sağlıklı bir uyku uyumanın yollarını öğrenmeliyiz. Fiziksel aktiviteler yapabiliyor olmalıyız ve mümkünse açık havada olmaya çalışmalıyız.  Hobiler ve sosyal etkinlikler yaratabilmeliyiz. Kendimizi mesleki anlamda geliştirebilecek aktivitelere katılmalı ve bilgilerimizi güncellemeliyiz. Kurum içi çalışanlarla uyumlu sosyal kontaklar kurmalıyız. Ancak kurum çalışanları dışında da dostlar edinmeliyiz. Hayatımızda yapabileceğimiz veya değiştirmemiz gereken şeyleri belirleyip uzun ve kısa vadeli planlar yapmalıyız. Aile bağlarında varsa sıkıntılı ilişkileri çözmeyi denemeliyiz. Kendimize kişisel zaman ayırabilmeli, hatta bazen kendi başımıza kalabilmeliyiz. Sınırlarımızı ve değerlerimizi bilmenin yanı sıra, hayata dair mesleki ve sosyal hedefler koyabilmeliyiz. Tatil yapmayı düşünmeliyiz.


Kişisel çabalarımızın yetmediği yerlerde sosyal hizmet uzmanlarından, psikologlardan, profesyonel yaşam koçlarından yardım almak, gerek görüldüğünde psikiyatristlere danışmaktan kaçınmamalıyız.

 

Depresyon ve Kaygı Bozukluğu

 

Yapılan birçok çalışma ve yapılan bilimsel yayınlar göstermektedir ki, depresyon belirtileri ve kaygı bozukluğu birbirinden tamamen ayrılabilecek tanılar değildir. Zaten arada net bir ayırım yapamayacak kadar ortak belirtilerle seyreden hastalık gruplarıdır. Bu hastalıklar ayrı zamanlarda aynı hastada çıkabilecekleri gibi, aynı anda bir depresyon tanısının yanında bazı kaygı bozukluğu ilave belirtileri ile de ortaya çıkabilirler.

 

Erken yaşlarda başlayan kaygı bozuklukları, bir depresif hastalık geçirmenin öncülüğünü yapabilmektedir. Şiddetli kaygı, depresyon için öncül bir risk faktörü olarak görülmektedir. Diğer taraftan bu iki hastalığın aynı anda (eş zamanlı) görülmesi durumu, tedavi açısından ele alındığında, daha tedaviye dirençli olgulara sebep olmaktadır.

 

Tedavinin kombine ilaçlarla yapılması antidepresanların yanında anksiyolitik (kaygı giderici) ilaçların da eklenmesi söz konusu olabilmektedir. Bu tür hastalarda psikoterapik desteklerin de tedaviye eklenmesi, hastalığın tekrarlamasını önlemesi açısından çok önemlidir. İlk defa bir kaygı bozukluğu ve depresyonun görüldüğü olgularda, hastanın belirtileri düzeldikten sonra, tedavinin en az 1 yıl sürdürülmesi genel olarak kabul edilen bir yaklaşımdır. Daha önce kaygı bozukluğu veya depresyon ile tedavi edilen hastalarda ise tedavinin birkaç yıl sürmesi söz konusu olabilir.

 

Bu tür vakalarda hastanın öz kıyım riski (intihar) mutlaka sorgulanmalıdır. Hem hasta hem de hekim için intihar hakkında konuşmak oldukça zordur. Ama çok basit bir şekilde intihar düşüncesini dile getiren hastada, her bir deneme, isterse birkaç tablet içerek bile olsa (yoğun bakım tedavisi gerektirmeyecek şekilde) niyet ciddiye alınmalı ve mutlaka intihar sorgulaması yapılmalı, hasta ile sözlü protokoller yapılmalı ve aileden/yakınlarından sosyal destek alınmalıdır.

 

Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, basit depresyon ve/veya kaygı bozukluğu sadece ilaçlarla veya psikoterapik yöntemlerle (psikodinamik terapi, bilişsel davranışçı terapi, şema terapisi gibi) tedavi edilebilirler, ancak ağır vakalarda tek bir yöntemle yapılan tedavilerde zaman içinde tekrarlamalar görülebilmektedir. Kombine yaklaşımlarda (ilaç ve psikoterapi veya diğer girişimsel işlemler EKT, TMS gibi) tedavinin daha kısa sürebileceği gibi, tekrarlama riski de daha düşük olmaktadır. Çok nadiren idame ilaç tedavisinin yıllarca sürebilmesi söz konusu olmaktadır. Bu tür hastalarda ilaç tedavisi, psikoterapi yanında meşguliyet tedavileri, hobiler, tedavinin başarısını artırdığı gibi, tekrarlama ihtimalini de azaltmaktadır.

 

Psikiyatrik bakışta Huzursuz Bacak Sendromu

Hastalık toplumda % 5-10 arasında görülmektedir, ancak bunların hepsi ağır hastalık şeklinde seyretmezler, hatta bazı hastalar buna anlam bile veremeyebilir. Dolayısıyla tedavi edilmesi gereken hastalık oranı daha da düşük bir sıklıkta olmaktadır.

Huzursuz bacak sendromu, bacakları hareket ettirme gereksinimi ve hoş olmayan bir his ile seyreden nörolojik bir hastalıktır. Bu belirtiler yoğunlukla bacaklarda ve daha az oranda bacaklara ek olarak kollarda da görülebilmektedir. Şikayetlerin her iki bacağı aynı anda etkilemesi, akşam saatlerinde ve özellikle yatıldığında ortaya çıkması veya artması, kişilerin ayağa kalkıp dolaşması, bacaklarına sıcak su uygulama yapması, kendilerini serin ortamlara (balkon gibi) atması ve uykularının bu nedenle bozulması, uyku sırasında bacaklarında kasılma veya atma gibi belirtilerin olması hastalık için bilinen bulgular arasındadır. Bunların yanı sıra uyuşma, karıncalanma, kramp, ağrı, elektrik çarpması, kaşınma gibi belirtilerin yanında uyuyamama da diğer belirtiler olarak dile getirilmektedir.

Hastalar en çok uyuyamamayı bir belirti olarak dile getirerek doktorlara gelmektedirler. Dolayısıyla hastalarda gündüz uyku hali, yorgunluk, çalışma araba kullanma gibi eylemlerde konsantrasyon güçlüğü, motivasyon düşüklüğü de dile getirilen belirtilerdir.

Dolayısıyla hastalık bazı psikiyatrik hastalıklarla karıştırıldığından, psikiyatri hekimlerinin de akıllarına getirmeleri gerektiği bir tanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak;
- belirtilerin uzanma ve yatma sırasında istirahat hallerinde ortaya çıkıyor olması
- yürüme germe gibi aktivitelerle azalıyor olması
- özellikle geceleri yatıldığında belirtilerin daha ön plana çıkması ve dikkat çekmesi, diğer hastalıklardan ayrılmasını kolaylaştırmaktadır.

Demir eksikliği durumları, böbrek hastalıkları, gebelik halleri, şeker hastalığı ve periferik nöropatilerde de bu hastalığa sıklıkla rastlanır, psikiyatrik açıdan ise bazı ilaçların bariz şekilde huzursuz bacak sendromunu tetiklediği veya ortaya çıkardığı bilinmektedir.

SSRI, TSA, venlafaksin, mirtazapin içeren preparatlarda bu sendroma daha yoğun olarak rastlanmaktadır. Dolayısıyla bu tip ilaç başlanan hastalarda, hasta yan etkiler açısından bilgilendirilmeli ve takiplerde huzursuz bacak sendromunun ortaya çıkıp çıkmadığı ve uyku durumu sorgulanmalıdır.

Bu tür hastaların tedavisi primer olarak nöroloji uzmanları tarafından yapılmakta olsa da, ilaç kullanıma bağlı durumlarda psikiyatristler (ilaçlarının yan etkisi nedeniyle) tedavilerini gözden geçirmeli ve farklı grup antidepresanlarla tedaviye devam etmenin yanı sıra, huzursuz bacak sendromunu tedavi etmeye yönelik ilaçlara da başlamalıdırlar.